18 Aralık 2014 Perşembe

Do

http://1hdwallpapers.com/wallpapers/water_music_note.jpg


Notalarla beraber uçarcasına yürürken
Daha da iyi anladım:
Meğer ne kadar da hafifmiş bulutlar



10 Kasım 2014 Pazartesi

Söylenenler-söylenmeyenler

Ne görkemlidir, bu fırtınanın yarattığı
Rengarenk gökkuşağının değişken varlığı;
Bazen berrak çizgilerle, bazen havada eriyerek,
Çevreye güzel kokulu ferah serpintiler yayması.
Yansıtır gökkuşağı insanın hedef ve eylemini.
Düşün, kavrayacaksın daha iyi:
Renkli bir yansımadır yaşam.

Faust-Goethe.

Bazen düşünüyorum: henüz dile getirilmemiş ne söyleyebiliriz diye. Ne kadar da aynıyız aslında biz insanlar- kadın, erkek fark etmez- ve bu aynılığa rağmen yalnız hissediyoruz kendimizi hala.

27 Ağustos 2014 Çarşamba


 http://artctrldel.com/

29 Temmuz 2014 Salı

Yaşadım

Ölmeden önce bir soluk
Dolu dolu
Taze taze
Değer belki iyi ki yaşadım demeye

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Planların ters gidişi



Altıncı günde yaratılan, bilinç hediyesi verilmiş insanın kafası karışıkmış biraz...Sanmış ki hükmetmek sadece ezerek olur, gücünü göstermekle, kendini kanıtlamakla olur. O yüzden gölgesini düşürmüş toprağın üzerine ki, korksun hükmü altındakiler. Böylece dinlesinler sözünü. İnsanın gölgesini düşürdüğü yerlerde ot bitmemiş, bitenler de sökülmüş en nihayetinde.

Halbuki, Tanrı'nın hediyesine saygı duyarak büyümeliydi ve güneşle beraber doğmalıydı insan. Gölgesini de daha küçükleri yakıcı kuvvetlerden korumak için, bir nefes arası olarak kullandırmalıydı mahlukata.

Bir yerlerde bir tercüme ve yorum hatası olmuş. Biz de düzelmesini bekliyoruz hala.

C.


14 Mayıs 2014 Çarşamba

Duvar ve Anka

Kimileri O'nun Habil'le Kabil'den beri orada olduğunu söylüyor. Sözde, Kabil, Habil'i kıskançlıktan öldürdüğü zaman bir anda yükselmiş yerden. Ama Kabil'e sorsak, belki de o da O'nun hep orada durduğunu iddia eder. O'nun varlığının nedeni olarak Habil'i görmüş, Habil'i ortadan kaldırırsa O'nu da yıkabileceğini düşünmüş olmalı...Kabil, Habil öldüğünde bile asıl aşmaya çalıştıgı şeyi aşamadığını görünce kendisi ne kadar yıkılmıştır; o kısmını Rab bilir. Ne de olsa kavganın asıl nedeni onun kimin hediyesini beğendiği değil miydi?

Fakat bizce de bilinen bir gerçek var ki, O oraya dikileli beri, iki taraftakiler de temkinli gözlerle süzerler berikisini. Diğer tarafa doğru hamle yapmadan, sadece bakarlar. Ya korktuklarından ya umursamadıklarından...

Zaten adını anmak şeytanı çağırmakla bir derler, aklınıza düştü mü onu aşma ateşi, artık kaçışı olmazmış. Bazıları varmış ki yanıp kora dönene dek uğraşıp durmuşlar hayatları boyunca. Böylelerinin hayatı da kısa oluyormuş ya... Ama dilden dile dolaşıyormuş hikayeleri. Nasıl kendilerini küle çevirdikleri. O yüzden kaçınmayı, yokmuş gibi davranmayı öğrenmiş denemek istemeyen diğerleri. Sadece izlemişler bocalayarak hayattan geçip gidenleri.

Kimse görmez aslında ne olduğunu, neye benzediğini; büyüklüğünü bilmez. Ama sorsan, herkes koskocaman diye başlar cümleye. Ne kadar yüksek olduğundan bahsederler. Kendilerini O'nun karşısında ne kadar küçük hissettiklerinden dem vururlar. Bazı yerlerde, ülkelerde, daha az hissedilir, ama hep oradadır. Yok sanırsın. Sanki öte tarafına ulaşabilecekmişsin gibi. Elini uzatırsın, ama çekingen, ama hevesli, sanki bir anda bir güç iter seni metrelerce öteye. E ama yoktu hani O orada? Ne oldu da, kim, ne itti seni?

Her iki taraf da denemiş aşmayı aslında O'nu. Kimileri altından geçmeye çalışmış zamanında. Tüneller açmış. Hep ileri, hep ileri. Ama bir türlü karşı taraftaki yüzeye çıkmayı becerememişler. Sanki hep tonlarca yeni toprak dökülüyormuş çıkmaya çalıştıkları yerlere. Yine de takdir edilmiş çabaları herkesçe. Kimileri uçaklar yapmış. Üstünden uçmak için O'nun. Yine de erişememişler aşağıdakilere. Yerde inecek yer bulamamışlar çünki. Ha, bir de, unutmayalım, üstüne ip atarak geçmeye çalışanlar var... Onların da elleri yorulur, kanar, su toplarmış ama durup durup yeniden denerlermiş. Fakat, tırmandıkça daha da uzarmış sanki ip. Karşı tarafa dönemezmiş bir türlü diğer ucu.

Bilenirlermiş bu yüzden her iki taraftakiler de birbirlerine. Erişemediklerinden diğerine. Derlermiş ki bizde karşıdakilerde olanlar yok. Diğer taraftakiler de habire sızlanıp dururlarmış, hiçbiri bizi anlamaya çalışmadı ki diye. Bu şekilde yüzyıllar geçmiş. Savaşlar açılmış, sonlanmış. Rejimler değişmiş, devrilmiş; yenileri, daha iyileri gelmiş ama yine de olmamış. Her iki taraf da yaşayıp ölmüş, kayıplar vermiş hayata. Yine de bir türlü bulunamamış çaresi O'nun. Yine de bitmemiş insanın doyumsuzluğu. Doyumsuzluğun kaynağının ne olduğununun ya da nereden geldiği hakkında fikirleri yokmuş ama içten içe bilmiş ki bütün insanlar, O'nu aşmadıkça mutlu ve tam olamayacaklar. Böylece sarmış ümitsizlik her yeri ve bırakmış insanlar düşünmeyi. Fakat hala aşmaya çalışanlar varmış O'nu kendilerince. Pes etmeyenler. Her çağda olduğu gibi.

Zaman bu şekilde geçedursun, Anka nicedir gökyüzünde uçmakta, olanları seyreylemekteymiş. Kerameti ise anca onu görene hasıl olurmuş. Onu görebilmek için tek gereken ise gerçek bir ümit kırıntısıymış sadece. Anka bekliyormuş zamanın gelmesini ve uçmaya devam ediyormuş ara vermeden.

Günlerden bir gün, deneyenlerden bir taraftaki, biraz da soluk almak için kafasını kaldırmış...Ve gökyüzünde seyreyleyen Anka'yı görmüş. Aklına düşmüş bir bilgi kırıntısı. Sanki biliyormuş ne yapması gerektiğini ama biraz bulanıkmış zihni. Sonra, bu hikayede Anka'nın kerameti de burada olsa gerek, Anka'yı ilk gören, kafasını çevirdiğinde, karşı tarafta O'nu aşmayı deneyenlerden bir diğerini görmüş. Normalde iki taraf da görmezmiş, göremezmiş aslında birbirini. Çünki bakmazlarmış esasen. Herkes kendi çabasına odaklı olurmuş; başarılı olmaya ve O'nu yenmeye. Ama bu sefer, bu diğeri de ona bakmış ve ilk defa, gerçekten görmüşler birbirlerini; iki taraftan da iki ayrı kişi. İlk gören başını tekrar yukarı kaldırmış. Diğeri de onun neye baktığına bakmak için onun baktığı yere çevirmiş başını ve o da görmüş Anka'yı.

Ne yapmaları gerektiğini biliyorlarmış artık. Tüm zamanların bilgisine sahip olan Anka, seslenmiş onların kalplerine ve zihinlerine. Ve Anka'yı görenler, ellerini uzatmışlar birbirlerine. Anka, nicedir süren yolculuğuna ara verip konmuş ikisinin birleşmiş olan ellerine. O an, tarihte ilk defa, O, yıkılmış bu ikisinin arasında.  O sayede işte, biz de anabiliyoruz artık adını Duvar'ın.

Görenler inanamamışlar önceleri, korkuyorlarmış hala Duvar'dan ve binyıllarla sayılan yaşından, fakat bilgiyle ışıldıyormuş bu ikisi. Sevgiyle, gerçekten birbirini görerek, birbirine bakarak, birbirini dinleyerek ve birbirlerine yardımcı olarak her engelin aşılabileceği bilgisiyle. İşte o, cesaret vermiş diğerlerine de.

Ve bu sayede, yine gelmiş umut Dünya'ya. Daha çok insan elele tutuşmuş her gün ve birbirini gerçekten görmüş. Anka, toplayabildiği tüm vesveseleri, kötü fısıltıları ve bakışları da kendisiyle beraber alıp yanarak yeniden doğmuş. Ve sonrasında tekrar görülmüş yollar ona. Çünki toplanacak bilgi bitmedi daha.

Anka tekrar havalandığında yine titremiş bilgi ağacı ve saçmış tohumlarını her yere. Bereket yine gelmiş ve gökten üç elma düşmüş yere. Biri bu masalı anlatana; anlatmak da insanı yoruyor ve acıktırıyor çünki, biri Anka'yı ilk gören iki kişiye; ikiye bölüp paylaşıp yesinler diye. Sonuncu da bu masalı okuyanlara düşmüş ki, hazmetsinler bilgisini ve yaşamaya devam etsinler diye.

*Anka: http://tr.wikipedia.org/wiki/Anka

C.



2 Mayıs 2014 Cuma

Geçip gidenler ve hayat

Bu kalemleri sevmeye başladım :)

30 Nisan 2014 Çarşamba

20 Nisan 2014 Pazar

Neler değişti görmeyeli?

Sağ taraftaki menüye iki yeni bağlantı ekledim:

Biri, Perspectives-Flickr'a koymaya başladığım fotoğraflar var. Keşke gökyüzü mavi ve daha güneşli olsa da daha güzel fotoğraflar çekebilsem:)

İkinci bağlantı da (Kıyıdan Köşeden) tumblr'dan. Hoşuma giden, ordan burdan toparladığım, bir şekilde ruhuma dokunan, ya da düşüncelerimi tetikleyen bir kaç şeyi koyduğum bir nevi toplama bir site.

Öylesine... Buraya uğrayanlarla paylaşmak için.

16 Nisan 2014 Çarşamba

Hayaller

Bir dünya hayal ettim bizim için
İçine ağaçlar koydum yemyeşil, koca koca yapraklı
Cilveli cilveli esen hafif  bir meltem,
Masmavi bir gökyüzü, ara ara, pamuk pamuk bulutlu
ve yakmayan, sadece okşayan bir güneş, neşeyle pırıl pırıl parlayan.


Bizim için bir dünya hayal ettim bugün
İnsanların tek derdi
ya bacağındaki portakal kabuğu
ya da saçının ne kadar az olduğu.
C.

15 Nisan 2014 Salı

Bakış

Gözlerimde dünyalar var
Ülkeler, şehirler, insanlar...

İşte orada duruyor
Sevinçler, hüzünler...
Bir baksanız görecektiniz aslında

Nasıl eşlik ediyor rüzgara, koşan ruhum.
Nasıl akıp gidiyor, toprağı da sürükleyerek taşkın nehirlerle...
Baksanız, görecektiniz aslında.
Yaşasaydık eğer hala,
Bakıp da görmeyi bildiğimiz zamanlarda.

C.

29 Mart 2014 Cumartesi

yerin hazır.

Her boyutta farklı bir dünya var. Biri amiplerin dünyası örneğin. Bir amip yüzüp giderken, bir insanın neye benzediği ya da ona nasıl etki ettiği hakkında bir fikri yoktur. Çünki kendi boyutundaki dünyadan insanın tamamını göremez, onu algılayamaz. Tek bildiği, beslenmesi ve çoğalması için uygun bir ortam bulduğudur. İnsan için ise bu sürekli bir rahatsızlığa dönüşebilir. Bir amipin dünyayı algılaması ise kendi boyutları ile sınırlıdır.

İşte, biz de kendi hayatlarımız içinde bir amip gibi, olduğumuz ortamın ne olduğunu bilemeden, yüzüp giderken yok ediyoruz daha güzel, ortak gelecekleri. Etrafımıza bakmıyoruz, etkilerimize bakmıyoruz. Baktığımızda ise görmek istemiyoruz. Bazen, sadece kendi iyiliğimizi düşünüyoruz. Kendimizin ve çocuklarımızın hayatlarının devamlılığını. Bunun yeterli olması gerekir diyoruz içimizden. Ben, benimkileri güvenceye aldım. Geri kalan herkes kendisine baksın.

Oysa, bizler, amiplerden farklı olarak, bilinçli bir şekilde, düşünerek, çevremizi görerek ve bilerek etkileme, yeni olasılıklar yaratma ve yeni yollardan yürüme melekesine sahip olan varlıklarız. Daha iyi bir geleceğe yardım etme, ya da seçimlerimizle, kendi hayatlarımızdan daha uzun süre etkileri sürecek olaylara neden olma kabiliyetimiz var.

Sadece kendi çıkarlarımızı gözeterek bunu yok ediyoruz işte. Olası, daha mutlu, ortak, kardeşçe bir geleceği. Hayatımızdan daha büyük bir besleme-beslenme zincirini yok sayarak, hem doğaya, hem kendi türümüze zarar veriyoruz. Zamanı kendi hayat süremizden ibaret sayıp, bıraktığımız sistemin daha uzun süre baki kalmasını sağlıyoruz örneğin. Yeter ki kendi hayat süremizde bir karışıklık olmasın.

Dersin ki, ben küçüğüm, kime ne zararım, ne yararım olabilir. Ama her şeyin hareket halinde olduğu bir dünyada eylemsizlik bile bir karşı harekettir aslında. Bir şeyler yapabilecekken yapmamak. İşte bundan sorumludur bütün insanlar. Yapabileceklerini yapmamaktan. Olabilecekleri kişiler olmamaktan. Kendini sınırlayarak kendi benliğine ihanet eden bir tür olabiliyoruz bizler. Kendimize uygun gördüğümüz çerçevelerde, ara sıra kafamızı çıkartıyoruz. Sonra korkup içeri kaçıyoruz tekrar. Çerçevelerimizin dışındakilere kızıyoruz. Anlamıyoruz. Anlamak istemiyoruz. Güvenli, bilinen yollardan gidelim, hepimiz bilinen şeyleri isteyelim. araba, ev, aile! başka neyimin olması gerekiyor mutlu olmam için? bunlar birileri tarafından belirlenmişti zaten.

Ara sıra biri çıkıyor, ev araba da neymiş? Önemli olan özgürlük diyor, fikirlerimi ifade edebilmem diyor. Mutluluk diyor, aşk diyor. Sınırlanmayalım; bir şeyleri değiştirebilmek istiyorum, kendim için, herkes için daha iyisini hayal ediyorum diyor. Sürekli öğrenelim, gelişelim diyor. Diyorsun ki, karşılık olarak, ben hayal edemiyorum. O halde bu mümkün değildir. İnanmıyorum bu geleceğe. Ve işte bunu derken zaten sen o geleceği kendi sözlerinle yok ettin. Sen, birinin hayallerinin, daha iyi bir geleceğin katilisin kendi hayatının sınırları içinde yaşarken. Dünyada sen sadece kendi hayatın var sanırken, özgürlüğün ne olduğunu bilmeyen, hayal etmeye zamanı olmayan, sadece yaşamaya çalışan insanlar varsa eğer, suçlusun sen. onlara yardım etmediğin için. bilgi götürmediğin için. daha iyi bir yaşam hakkı sunmadığın için. bunun mümkünatını göstermediğin için suçlusun. sonra onlarla anlama, kavrama yetenekleri yok diye dalga geçtiğinde de asıl ayaklara düşen sensin aslında; senin benliğin. hayal edemiyorum dediklerinde, kendi sınırlarına sarıldıklarında sen suçlusun. çünki onlara her şeyin farklı olabileceğini göstermedin. istemediğin bir adam başa geldiğinde, seni yok etmeye çalıştığında, onu aslında sen yarattın. o, işte, senin eylemlerinin ve eylemsizliğinin bir sonucu. Boğuluyorsun ama fark etmiyor musun? İpler senin elinde. Sen kendi kendini boğuyorsun esasen. Hayalleri olan kişiler tiranların ayakları altında ezilirken, onları ezen senin ayakların. Ne kadar aynısın aslında, o aşağıladığın insanlarla. Korkuyorsun, ama korkuna rağmen hiç bir şey yapmıyorsun. Sadece bağırıyorsun, eleştiriyorsun durduğun yerden. Üstelik, o insanların bir seçim şansı yoktu. O şartlarda doğdular ve o şartlarda devam ediyorlar. Ancak o şartların gerektirdiklerini anlıyorlar, diğer sözlerin hepsi lafügüzaf.

Ülkelerin sınırları var, bizlerin de tenleri var bizleri sınırlayan. Tenimin dışındaki herkes yabancıdır. Sadece tenimin içindeki ben, kendimin dostuyum. ve işte bu bütüncül benlik duyguma dayanıyorum yaşamak için. bu bütüncüllük hissi çevreye, hayvanlara, her türlü varlığa karşı üstünlük sağlıyor. sahi, biliyorlar mı onlar, her şeyin sınırlı olduğunu? evrenin sınırsızlığını düşünemediğim gibi Tanrı'nın da sonsuzluğunu düşünemem ki. Ha, ne dediniz? ne demekmiş ki sayılar sonsuza gider? ben sayıyorum işte. bir iki, üç. gerisini saymaya ne gerek var. saydıkça artıyor işte. sürekli ilerlemeye, gelişmeye ne gerek var? bir noktada duralım, kendimizi güvende hissedelim. Ne demek ki sonsuz, ne demek gelişme? ya başarısız olursak, ya yürümezse hiç bir şey, ya karışırsa ortalık? işte bu, belirsizlikten ve olabileceklerden korkulduğu için risk almamak- bu da bir seçimdir. kısacası eylemde bulunmayayım, herkesin gittiği yoldan gideyim, risk almayayım derken "bummm!". aslında bir seçim yaptınız ve kendinizi bilinene zincirlediniz. ümitsiz yığının arasına hoşgeldiniz, bir gelen başkasını da yanına çekiyor burada.
C.


26 Şubat 2014 Çarşamba

Masa üzerine güzellemeler :)





Ah masanın başına gelenler...sen misin insanın yükünü taşımaya kalkan...

25 Şubat 2014 Salı

belirsizliğe giriş- 1



Renkli yollardan geldim
Kapılar yan yana, dizi diziydi yolun kenarında.

Hep merak ettim. Bir kere de giriversem ya içeri.
Baksam içeride kimlerin izleri.

C.

9 Şubat 2014 Pazar

"Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir."

George Orwell

3 Şubat 2014 Pazartesi

Zaman kayması

Yetişmek
Nefes nefese koş
Nefesin tükense de koş
Kalbin göğüs kafesinden
Çıkmak istese de koş

Çünki eğer durursan,
Zaman yakalar seni;
Ham yapar
Koca ağzında,
Çiğner çiğner,
Dışarı tükürür.

Bir de bakarsın ki,
Herkes koşmuş,
Sen arkada kalmışsın.

Yetişmeye çalışırsın;
Nafile..!
Motor mu taktınız arkadaş?

Modern zamanların cevabı:
Hangi çağda yaşıyoruz sanıyorsun a safım?
Hızlı zamanlar bunlar.
Dinlenmeye bile vakit yok;
Yorgunluğu hissetmeye,
Vakit olacak mı sandın?

C.

O

Bölüm 1: Unutulmuşlar Ülkesi’ne Giriş


“Son yıllarda hep aynı ülkedeyim. Bir süre daha da burada kalacağa benziyorum. Henüz işim bitmedi. Umudun olduğu hiç bir yerde işim bitmiş sayılmaz. Umut virüs gibidir. Bir süre hiç yokmuş gibi numara yapar, tam en zayıf anda patlak verir ve hızla yayılır. Bense sürprizleri sevmem. Boşuna ‘Tırpan’ olarak anılmıyorum. İsmimi hak etmeliyim. O yüzden işimi sağlama alırım her zaman.


Buraya gönderilme nedenim de bu. Henüz orta yaşlarda, orta deneyimliyim; ama hırslıyım. Bu ülkede işimi bitirdiğim zaman en yaşlılarımız bile şaşıp kalacaklar. Belki bir terfi bile alırım. Hızla büyüyeceğim.


Her ülkede bizden bir kaç kişi var, ama sadece en yetenekliler aradan sıyrılabilir. Bazılarının hatası aceleci olmak. Yavaş olacaksın. Yürüdüğünü kimse anlamayacak. Örneğin, insanlar beni görür, ama sonra hemen unuturlar. Akılda kalmak iyi değildir. Akılda kalırsan hatırlanırsın. Hatırlanırsan izini bulurlar. İzini bulurlarsa seni yok edebilirler. O yüzden en iyisi her zaman silik olmak. Orada olacaksın, ama dışa vurmayacaksın kendini apaçık.


Şu anda olduğum yere de bu şekilde ulaştım. Kimse beni fark etmedi. Görenlerde şüphe uyandırmadım hiç. Dedim ya, akıllı olacaksın ama akıllı olduğunu kimseye belli etmeyeceksin. Böylece kimse sana bulaşmak istemez.


İnsanları idare etmekse çok daha kolay bu yüzden; olduğum noktada olmamı kimse dert etmiyor. Hafife alıyorlar beni. Ala… Hatta çoğunun da işine geliyor. Ara ara arzuladıkları şeylerden azar azar veriyorum onlara. Ödüller koydum yaptığım yolun her bir adımına. O zaman beni hepten unutuyorlar. Sanıyorlar ki gidiyorum. Bu kadar kolay işim. Ama çok vermeyeceksin istediklerinden hiç bir zaman. Bir güvenlik sınırın olacak. Fazla ödül verirsen kontrolden çıkarlar. Ayarında olacak hediyelerin.


Seçilenlerin olduğu ülkeleri her zaman daha çok severim. Zorlu bir iş oluyor ama bana verdiği düşünce hazzı bambaşka. Hem seçilenleri idare ediyorsun hem de seçenleri. En ufak bir yanlış tepetaklak gitmene yol açabilir. O yüzden tedbirli olacaksın.


Bu ülkede, mesela,  kimse seçilmişin zihnine ne kadar yakın olduğumu bilmiyor. Seçilmiş bazen kendi bile fark etmiyor benim düşüncelerimi seslendirirken, ama kendisi iyi bir öğrenci. Tam kullanabileceğim bir figür. Neredeyse istediklerimin somutlaşmış hali diyebilirim.


Benden öncekiler bu ülkede gözle görülen bir başarı sağlayamamış ama iyi örmüşler benim yuvamın duvarlarını. Gelince yerleşip hemen çalışmaya başladım. Ülkenin adı bir süredir ‘Unutulmuşların Ülkesi’. Halk sadece Unutulmuş der. Bir söylenceye göre eskiden ‘Altın Atların Ülkesi’ derlermiş. Takdir edersiniz ki böyle bir ismi silmek bile büyük çaba ister ve asırlar… Bunu başarmışlar en azından. Yerleşmek için en uygun ortam bana.”


Bölüm 2: Yılanın başını küçükken ezeceksin: Çamur nasıl kullanılır?
“Bazıları doğuştan sorunludur. Bunlar her şeyin iyi olabileceğini düşünürler. Tanrılarına pek inanırlar. O sevimli tanrılarının onları koruduğuna… Bunları çok küçükken yakalamakla uğraşmıyorum. Neden uğraşayım ki? Boşuna çaba. Bırakıyorum biraz büyüsünler. Büyüdükçe benim çamuruma bulaşmaya başlıyorlar. Çünki, aynı anda, başka yerde de benim tohumlarım büyüyorlar. Acı içinde, mücadele ediyorlar. Mücadeleden ruhları defolanıyor. Tam istediğim gibi oluyorlar. Unutulduklarını hatırlatıyorum hep onlara. Ezildiklerini. Kimsenin umurunda olmadıklarını. Haklarını aramaları gerektiğini söylüyorum. Eşitliğin hakları olduğunu! Yukarı çıkmak için her yol mübah. Çal, çırp, yalan söyle, saklan. Böylece benim elim kirlenmeden onlar zaten benim istediğimi yapmaya başlıyorlar. Tutuyorlar ellerinden ayaklarından o güzel incilerin- o her şey güzel olacak diyen Polyanna’ların. Başka duygular hissedebilseydim eğer, aynı anda hem haz hem de acı hissederdim herhalde bu sahneyi izlerken. İncilerin bir süre çamurla mücadele etmesini izliyorum. Öyle vıcık vıcık içinden çıkılmaz bir çamur ki. İtmeye kalkıyorlar, ellerine bulaşıyor siyah siyah. Zar gibi üstlerini örtmeye başlıyor. Hava gitgide azalıyor zarın içindeki. Neyse ki çoğu bu çamurla başa çıkma araçlarına sahip değil. Fark etmiyorlar bile içine batarken. Ama bazıları da var ki bu zamk gibi çamuru bir anda patlatıveriyorlar. Algıları açık olanlar bunlar. Görenler. Bir türlü hakim olamıyorum onlara. İşte benim asıl işim onlarla. Cüretlerinin bedelini ödeteceğim onlara. Oyacağım gözlerini birer birer. Yiyeceğim ruhlarını en sonunda afiyetle.”


Bölüm 3: İhtilaf çıkarmak
“Aykırılıkları pek severim ben. Hepsi işime yarar. Farklılık dışa vuruldukça benim araçlarım güçlenir. ‘Görüyor musunuz’ derim yanımdakilere, ‘sizi yenecek yakında, sizi geçecek’. Sadece bunu söylemem bile yeter bazen. Erkek kadını eve tıkmaya çalışır, dine inanan inanmayanı yargılamaya çalışır. Farklı olan her zaman taşlanır. Benim söylemem gereken tek cümle sadece: ‘bu farklı, istiyor musun gerçekten gözünün önünde olmasını?’. Etrafımdakilere teşekkür etmeliyim. Çok güzel duyarlar dediklerimi ve çok güzel uygularlar kendi çözümlerini. Kimse kimseye tahammül etmez. Kimse kimseyi dinlemez. İşte böyle, gitgide yayılır gücüm benim. Dedim ya, büyüyeceğim daha ben.”


Bölüm 4: Böcekler ve mücadele yöntemleri
“Şunu aklınızda tutacaksınız: Her ülkede bir böcek problemi vardır. Örneğin burada yine meydana çıktı böcekler. Böcek deyip geçme; bunlar her yere parazit saçıyorlar. O yüzden iyi ilaçlamak lazım. Bunun için özel birimler kurarım bazen bazı ülkelerde. Kollarım derim onlara. Kolluk kuvvetleri… Kötü diye mimlenmişleri sürermiş gibi yapıp aynı yere aldırırım ara ara. Böylece böcek ilaçlama zamanı geldiği zaman kullanılmaya hazır oluyorlar. Bir kere, garanti edeceksin ki karşısındakini insan olarak görmeyecek bunlar. Aman ha, bakarsın vicdanlı olası gelir birinin bir gün. Al başına belayı. O yüzden sınırı geçmiş olacak hepsi. Geri dönüşü olmayacak. Hepsiyle bir bir ilgilenirim bunların. Sınırı tam geçtiklerinden emin olurum. Pisliklerini yüzlerine yüzlerine vuracaksın. Senin köpeğin olacaklar ama aynı zamanda da biraz pohpohlayacaksın ki kendine de güvensin. Ezik olursa nasıl müdahale edecek. Önemli ve üstün görmesi lazım kendisini. Bazılarını erkeklere işkence için tutarım. Gerçi erkekleri öldürmek her zaman daha kullanışlı oluyor. Aileler erkek çocuklarını kaybetmek istemez çünki. Soyu kim taşıyacak sonra geleceğe? Kızları ise sapıklara havale ederim. Aileler kızlarının değerli hislerinin, bedenlerinin incinmesini istemez. Böylece herkes evde tutuyor çocuğunu. Kim ister ki bebeğinin canı acısın. Öyle değil mi? Her zaman en güçlü duygularına oynayacaksın. Gerektiğinde, koruma içgüdüsüne ya da hayatta kalma güdüsüne. Oyunun kuralı bu. Genelde bu yöntemler işe yarar. Susar herkes bir süre sonra. Kaynarlar, kaynarlar, biraz canlarını acıtırsın, olacakları gösterirsin; sönerler. Sönmezlerse de sen geri adım atarsın, ocağın altını biraz kısarsın ki anlamasın piştiğini. Ağırdan alırsın. O yüzden bazen iki ileri bir geri giderim ben. Geri adım atarken de gocunmayacaksın. Hep geleceği düşüneceksin. Gelecekte benim zaferim var. Hep bunu düşünürüm ben.”


Bölüm-5: Algılayan ve görenlerle mücadele
“Bu işimin en zor kısmı. Bunlar benden çekinmezler. Kollarım da, çamur da pek işe yaramaz bunlarla uğraşırken. Bu yüzden aksıyor ya hala misyonum. Zaman alıyor bunlarla uğraşmak. Bunlara fısıldasam da umurlarında olmaz. Beni tanırlar; kulak verirler ve söylediklerimin tam tersini yaparlar. Kaynağımı ne kadar saklamaya uğraşsam da beceremem. Ama son zamanlarda bir yöntem geliştirdim: oyalamak. Hala test aşamasında, ama görünen o ki işe de yarıyor bunların bir kısmı için. Derim ki bunlara, ‘Nedenler önemli. Nedenlere odaklan.’. Bunlar beni anlayabildiklerini sanır, dediklerim üzerine saatler, günler, aylar, yıllar boyu devam eden tartışmalara girerler. Böylece temizlerim bir kısmını yollardan. Gereksiz tartışmadan güzel bir şey mi var? Tartıştıkça enerjilerini alırım bunların. Yavaş yavaş kendime katarım. Zihinlerini bu şekilde ele geçiririm. Derim ki ‘her şey nafile, konuşmaktan başka bir şey yapamazsın; yaptıkların işe yaramıyor.’ En güzeli de bu… Bunlar biraz saf olur, kanar hemen söylediklerime. Ümitsizlik iyi arkadaşımdır benim. Zayıflatır hasmımı. Atasözü de var halbuki ‘damlaya damlaya göl olur’ diye ama ben dedim ki bunlara, ‘yapacaksan hep en iyisini yap; yoksa hiç yapma’. Dev adımlarla gidemediklerinden adım atmaya kalkışmazlar o yüzden artık. Evet, akıllıyım ben. Pek çok da yöntemim var.”


Bölüm-6: Tanıdınız mı?
“Korkunun sesiyim ben. İşte bu şekilde ele geçiriyorum sizleri. Her eşitsizlik yarattığınızda, düşene bir tekme de siz vurduğunuzda ordayım. Sizin içinizdeyim. Birini aşağıladığınızda, kendinizi övdüğünüzde ordayım. ‘Benim!’, diye bağırıyorum ‘en üstün!’. Zihinlerinizde yankılanıyorum. Karşınızdakini her dinlemeyişinizde, her saygı duymadığınızda güçleniyorum. Bilgisizliğinizi her inkar edişinizde daha da büyüyorum. Yardımı her reddedişinizde, insanlığınızdan her çıkışınızda daha da ileri itiyorum sizleri. ‘Haklısınız’ diyorum.


Her çok ve derin kızdığınızda, arkadaşım öfke de geliyor bana eşlik etmeye. Arkada bekliyorum ben de. Öfke fazla maharetli olmadığından arada dürtüyorum onu. Çünki öfke geldiğinde işler rotasından çıkıyor bazen. Bir de pek kısa soluklu oluyor etkisi. O yüzden öfke bir anda gidiverdiğinde hemen tekrar alıyorum ellerime sizin koşumlarınızı. Diyorum ‘devam et’. Hatırlatıyorum hep kızdığınızı. İnsan, canının acımasından ve duygularının incinmesinden korkar çünki. Benim de işime geliyor böylesi.


Diyorum ki, daha pek çok Unutulmuş ülkeler yaratacağım. İnsanlar güçlerini, kendilerine ve diğerlerine güvenmeyi unuttukça büyüyeceğim. Unutturacağım esasen kim olduklarını ki diğerlerine yardım edemesinler, uzanamasınlar. Engelleyeceğim en baştan; Ümit yayılmasın. En büyük düşmanımı böyle yeneceğim işte, başına vura vura. Gömeceğim toprağın en altına.


Biliyorum ki, göreceksiniz, anlayacaksınız bu yazdıklarımdan benim kim olduğumu, ama reddedeceksiniz beni. Reddettikçe de güçlenirim ben. Zaten insanoğlu beni kabullenip kontrol etmeyi öğrenene kadar hükümde kalacağım ben. Ama sizlere inancım tam. Yolum uzun. Sizler beni idare etmeyi öğrenene kadar…


Sonuçta, demem o ki, kendim anlatmak istedim kendi hikayemi. Tarih, zafer kazananlar tarafından yazılır çünki.”

C.

30 Ocak 2014 Perşembe

İlk sihirli aynanın hikayesi

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, az gittik uz gittik; dere tepe düz gittik. Bir de baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz... Vara vara da mevcut bütün varlıkların özlerinin dört elementin birinden oluştuğu bir diyara varmışız. Bu diyarın doğası gereği, herhangi bir anda dört elementten ancak birinin karakterine sahip olabilen varlıklar birbirinden çekinir, birbirlerine saygıyla karışık bir sevgi beslermiş. Özü ateş olan çok olsa her yer yanar, su olan çok olsa her yer boğulur, toprak olan çok olsa her yer boz olur, hava olan çok olsa her yeri fırtınalar götürürmüş. O yüzden bu diyarda herkes hem kendi içinde, hem de birbirleri arasında dengede kalmaya uğraşır dururmuş. Bu da çok yorucu bir işmiş hani.

Günlerden bir gün, zamanlardan bir zaman, ateş halkından kudretlice bir hanım, su halkından çağıl çağıl bir erkeğe gönül vermiş. Hanımın annesi, pamuk gibi bembeyaz bir ateş olan büyükanne "Mümkün değil; söneceksin a kızım" deyip deyip, ağlamış durmuş. Etme demişler; duyulmamış, eyleme demişler; kulak verilmemiş. Bizim hanım kız, gitmiş burnunun dikine, varıvermiş su erkeğine. Herkes nefeslerini tutmuş ne olacak bu işin sonu diye beklerken, bu aşktan mini mini bir kıvılcım dünyaya gelmiş. Herkes bu işe pek şaşırmış. Nasıl olmuş da sönmemiş ateş, nasıl olmuş da azalmamış su? Ama bu sorunun cevabı başka bir masala ait imiş. Sözleri de çemberden çıkmamış henüz.

Gel zaman, git zaman kıvılcım büyüdükçe farklı özellikler sergilemeye başlamış. Geçici bir tabiatı olmuş.. Bir an havaya karışıp eserken, ertesi an su gibi sıçrar durur, azıcık zaman geçtikten sonra da, ateş gibi için için yanıp tutuşurmuş. İsim verme günü gelince ihtiyarlar toplaşmış 'Madem sudan havaya, havadan ateşe gezer durursun, senin adın 'Gezgin'  olsun' buyurmuşlar. Buyruklarıyla da Gezgin'in kaderini mühürlemişler.

Gezgin kendini dengelemeye uğraşıp dursun, diğer varlıklar doğuşundan mütevellit ondan çekinir, yakınında bile olsalar sanki uzaktan uzağa seyreyler dururlarmış. Her hareketi söz olurmuş, dilden dile aktarılır dururmuş. Gezgin zamanla anlamış ki doğası onu hem şanslı hem şanssız kılıyor; herkes hem ona öykünüyor hem de ondan korkuyor. Ne yapsa, ne etse diye düşünürken; çareyi etrafı gözlemlemekte, gördüklerine bir anlam aramaya çalışmakta bulmuş. Belki bir gün kendisi de onlar gibi olabilirmiş ya da en azından onları biraz anlasa, acaba korkularını azaltabilir miymiş?

Esasen diyarda her varlığın halkı farklı bölgelerde yaşarmış, ama Gezgin'in yaşadığı yer anne babasının da aşkına şahit olan bir yanardağmış. 'Yaşamın Kaynağı' da derlermiş adına. Söylenceye göre buradan başlamış hayat ve saçılmış diyar boyunca. Gezgin de gözlem çalışmalarına kendi yuvasından başlamış o yüzden. Madem ki kaynak burada, onu anlarsam tüm diyarı çözerim demiş. Başlangıçtaki cehaletin kibiri kadar safiyane bir durum yok... Keşke her şey o kadar kolay olsaymış.

Söz bu ya, Gezgin varoluşu anlamaya çabalasın dursun, varlığının değişkenliğini duyan onunla tanışmaya gelmiş. Önce hava halkından biriyle tanışmış Gezgin. Rüzgar güllerini üfler, değirmeni çevirir, gemilerin yelkenlerini doldururlarmış beraber dolu dizgin. Demiş ki, hayat bu olmalı, ne kadar şairane. Hep bir hava varlığı olabilirim belki de.

Gelin görün ki her varlığın bir zamanı varmış. Derlermiş ki, Diyarda her var olan günün birinde kaynağına dönmek zorundadır. Böyle ödersin varlığının borcunu. Kaynak sana karışır, sen kaynağa; yenilenir gelirsin geri diyara. Tek eksik olan hafıza; o da Yaratıcı'nın bir lütfu sana. Geçmişin kirinden arınman için... Adına Geçiş demişler bu sürecin.

Gezgin ilk geçişine şahit olmuş bir gün. Olayın gücü ve vuruculuğuyla varlığı dalgalanmış aniden tekrar. Üç başlı terazisinin dengesi oradan oraya savurmuş onu. Önce bir fırtına olmuş. Beklemiş ki havada beraber estiği arkadaşı ona katılsın, ama o başka yerlerde esiyormuş. Gelmiş gelmesine bir zaman sonra ama çok geç kalmış. Geldiğinde Gezgin çoktan okyanusun en derininden daha atıl, daha yoğun bir suymuş artık. Özü hava olan esmiş; anca küçük küçük dalgalar oluşturabilmiş suyun yüzeyinde. Esişi Gezgin'in durağanlığını canlandırmış, ama bu sefer her alevden daha parlak, her ateşten daha güçlü bir ateş çıkmış ortaya. Hava estikçe Gezgin sanki daha da büyümüş, daha da kontrol edilemez bir hal almış. Hava ne yapacağını bilemez halde, doğasına da uygun bir şekilde Diyar'ın başka bölgelerine kaçmış. Başa çıkamayacağını fark etmiş bu değişkenlikle. Gezgin havanın bu hallerini görünce demiş ki 'Salt hava olmayacağım eğer bu kadar ayran gönüllüyse'. Ama devam etmiş arayışına. Peşine düşmüş mutluluğun bıkmadan usanmadan.

Anlamış ki, su hep akıp akıp gidiyor, ateş de ya için için ya cayır cayır yanıyormuş. Gezgin ise bu sefer kendi özünü çözmeye uğraşıyormuş. O kadar çabalamış, o kadar içten içe yalvarıp yakarmış ki diğerlerini ve kendini anlamak için, yakarışlarını duyan Tanrı, günün birinde verdiği yükün ağırlığını fazla düşünmeden özlerin aslını görmeyi ihsan eylemiş ona.

İşte o zaman çok şaşırmış Gezgin: çünki görmüş ki aslında ateş, hava, su, ve toprak yok. Gölgeli, kırk aynalı ve perdeliler var ve aslında budur varlığın davranışını belirleyen. Gölgeliler, lanetli gibilermiş daha çok ve Gezgin onları gördüğünde hep içinde bir yerler acır; üzülürmüş. Bu varlıklar sürekli üstlerinde geçmişin yükünü taşır, o yük onları gölgeler dururmuş. Bazen gülmek ister ama sadece hıçkırırlarmış. Bazense ağlamak ister ama durduk yerde gülüverirlermiş. Sonra bir de perdeliler varmış: bunlar aslında maharet isteyen bir iş yapıyorlarmış. Kimsenin yapamadığı kadar iyi kendilerini saklıyor, kendileriyle ilgili göstermek istemediklerini göstermiyorlarmış.  Kapayıveriyorlarmış perdeleri hemen. Ama ne de olsa herkes bir an soluk almaya ihtiyaç duyar. En maharetliler bile... . Onları yakalamanın yolu o perdenin aralık olduğu o kısacık anı yakalamakmış. Her şeyi bilir gibi görünen ama aslında ortaya çıkmaktan korkanlar bunlarmış. Hayatlarının bir anında birileri onlara 'o bilir' demiş, sonra da bir daha her şeyi bilmediklerini itiraf edememişler meğer; o günden beri de saklanıp dururlarmış. Gezginse en çok kırk aynalılardan korkmuş. İlk kırk aynalıyı gördüğü zaman ne olduğunu bir türlü anlayamamış. Bu varlık aslında başka bedendeki kendisi mi, yoksa başkası mı, yoksa daha da garibi tek başına bir çoğulluk mu?  Ne kadar arasa da özüne ulaşamamış. O yüzden korkar olmuş ya zaten bu türden. Her açıdan başka bir yansımayla karşılaşıyormuş. Başka yüzler, başka bilinçler... Ve kim olduğuna varamıyormuş karşısındakinin.

Bütün bunların şaşkınlığıyla oradan oraya savrulmuş Gezgin, ama en azından kendi üç başlı doğasını dert etmez olmuş, ama bir türlü de bilemiyormuş kendisi bu türlerden hangisi. Gölgeli mi, perdeli mi, Allah korusun yoksa bir kırk aynalı mı??  Sonra bir gün hiç beklemediği bir şey olmuş: bir tür daha varmış meğer! Herkesin soluk almak için birbirini aşağı çekip yukarı çıkmaya çalıştığı fırtınalı bir denizde boğulurken cennet kıyısına çıkma ayrıcalığına erişmiş gibi hissetmiş kendisini. Karşısında özü sözü bir olan bir varlık duruyormuş ilk defa. Berrak demiş adına. Ne güzel bir kader... Gezgin ona baktıkça onu sever olmuş. Tutunduğu dal bellemiş onu, ama doğaları farklıymış; gitmek gerekli diye düşünmüş o yüzden. Gezgin'in özelliğine sahip olmadığı, gidiş gelişlerine aşina olmadığı tek halktanmış Berrak: bir toprak varlığı... Yürürken Diyar'ın bir parçası olduğunu hissedebiliyormuşsunuz. Sonra Berrak durmuş ve demiş ki Gezgin'e.  "Sen ki ateş, hava ve susun, hava olunca beni doldurur, su olunca besler, ateş olunca da ısıtırsın. Benim tek ihtiyacım sensin. Senin tamlayanın da benim. Gel beraber yürüyelim bu diyarı ve göstereyim sana aslında kim olduğunu". Yürümüşler, yürümüşler ve yine başladıkları noktaya gelmişler, çünki aynı bizim dünyamız gibi diyar da kendi üzerine kapanırmış. Gezgin belki kim olduğunu görememiş ama kabullenmeyi öğrenmiş kendisini. Olduğu gibi kabul etmeyi. Belki de tam bu nedenle, başlangıca yeniden vardıklarında hiç beklenmeyen bir şey olmuş-onca yolu beraber yürüyen Berrakla Gezgin birleşmeye başlamışlar. Tek varlık oluyorlarmış artık. Birbirleri içinde erirken Berrak toprağa dönmüş, derken Gezgin'in ateşi ve havasıyla cam olmuşlar, yine toprağın elementleriyle sırlanmış ve Gezgin'in suyuyla yıkanmışlar. İhtiyarlar bu diyarda hiç görülmemiş bu varlığa bakmışlar ve "Ayna" koymuşlar adını. Ve o andan itibaren kaderine yazılmış Ayna insanların; zira, bir tarafı Diyara, bir tarafı Dünya'ya bakarmış. Bu yüzden olacakla olmayacakları görüp gösterebilirmiş. Bu da Berrak ile Gezgin'in bu diyardan beraber geçişi olmuş: diğerlerine esasen kendilerinin kim olduklarını ve özlerini göstermek için... Öğretmek için... Şu işe bakın ki onda kendini ilk gören, ilk özünü öğrenen de Gezgin olmuş. İlk onun parlaklığı yansımış yeni oluşmakta olan yüzeyden ve Gezgin anlamış ki, meğer o da, tüm bu zaman boyunca hep bir Berrak olmuş aslında.

İki Berrak'ın en dürüst sözleriyle ve en içten duygularıyla örülmüş ilk sihirli aynanın büyüsü. İsteseler de doğruluğu bozulmaz...

Gökten üç elma düşmüş biri Gezgin için, biri Berrak için. Bir tanesi de bu masalı sabırla okuyup bilgisini özümseyen için. Onlar ermiş ebediyetlerine, biz çıkalım kerevetine.

C.

22 Ocak 2014 Çarşamba

ölüm-hayat-döngü

Bir keresinde öldüm ben.
Biliyor musun
Fark etmedi kimse.
Tabutumu kaldırmadılar.
Dua okunmadı hiç benim için.
Helvam yenip
Hikayelerim anlatılmadı.
Oysa pek de çok hatırlanası,
Paylaştığım anılar vardı insanlarla.

Sandılar ki
Yaşıyorum hala.
Yüzüme baktılar;
Görmediler ruhumu
Ama fark etmediler de nerede.

Kendi tabutuna saklanmış kendi içinde.
Kendi karanlığına sığınmış.
Sandılar ki
Üzgünüm sadece
Bir süre sonra onu da unuttular
Kanıksandı yeni halim.
Dolaşıyordum hala yaşayanlar arasında
ve Sanıyorlardı ki yaşıyorum hala.
Yürüyordum ya ondan.
Ben de kanıksadım kendimi.
Sandım ki yaşam böyle olur.
Çünki baktım baktım
Ayniyet herkeste.
Herkes yürüyor ama
Kimsenin ruhu görünmüyor.
Ölülerin arasında bir ölü daha olmuş ne fark eder...

Sonra acı geldi tekrar.
Acı gelince anlar insan
Hala yaşıyorsun.
Ölülerin canı acımaz çünki.
Yanılmışım...
Şaşırdım.
Nefes aldım tekrar.
Ben yürürken-düşünürken
Tabutum okyanusa karışmış
Kapağını da biri açıvermiş
Ama sırtım kapağa dönükmüş benim
Fark etmemişim.
İstememişim çıkmak.
Bilmemişim nerede olduğumu.

Biri çevirmiş beni
Başım suyun yüzüne çıkmak zorunda kalmış yeniden.
Solumak için...
Ölemedim ya ben
Tekrar öğrenmeye başladım mutluluğu.
Bu sefer inayetten değil ama
Öylesine olan bir şey değil
Sadece başa gelen.
Mücadeleyle kazanılan bir şey olmuş mutluluk.
Çünki büyüyünce hayat mücadele olmuş aslında.
Kolay değil ölüler arasında canlı olmak.
Her gün ama her gün bocalamak.

Bazen kendini yeniden keşfetmek zorunda kalıyor insan.
Sırtını dönüyorsun geçmişine.
Aynaya tekrar bakıyorsun
ve yeni kendini
yeni yüzünü
yenilenmiş ruhunu tanıyorsun.
Daha güçlü
daha dirayetli
ama hala kırılgan.
Yaşam da aynı anda hem güçlü hem kırılgan zaten.

Oradan anlıyorsun ki yaşıyorsun hala.
Nefes alıyorsun tekrar.
Nefes al-
Nefes ver.

ama ne olursa olsun devam et.

Yolun sonunda ne var peki
Bir tek uyuyup uyanmayan bilir.
Tekrar gelmeyen.
C.

17 Ocak 2014 Cuma

geçmiş

Bazen her adım geçmişe doğru
bir meltem -bir sahne
bir koku -mutluluk
bir şarkı -hüzün
bir bulut -coşku
ama özgürüz be kardeşim
ölmedik ya daha
iki ileri bir geri
yürüyoruz hala..!
C.

16 Ocak 2014 Perşembe

            The day of the squirrel

Cevap

Beklemediğin anda cevap verir yıldızlar
Uyumak üzeresindir
Binlerce kelime dolar zihnine
Kurtulmak istersin
Diretir kelimeler...
İlla duyulacak sesleri.
Zihninin içinde bir çığlık
Dinle beni!
Gözlerin açılır
Uyku nereye gitti bilinmez
Huzursuz huzursuz kıpırdanırsın yatakta
Ucu gelmez tren misali
Birbirini kovalar düşünceler.
Bir an gelir
Durursun,
Durur Dünya,
Dönmez artık senin için.
İçin geçmiş yorgunluktan.
Ertesi sabah yazasın gelir her şeye rağmen
Ama kelimeler parlak değildir artık eskisi gibi
Gökyüzünden kayıp gitmiş kuyruklu yıldız 
İzi kalmış sadece geride...
C.

gece



geceye karışmak istemeyenlerin günleri bunlar
güzel hayalleri var hala
karanlığa karşı
C.