30 Ocak 2014 Perşembe

İlk sihirli aynanın hikayesi

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellâl iken, pireler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, az gittik uz gittik; dere tepe düz gittik. Bir de baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz... Vara vara da mevcut bütün varlıkların özlerinin dört elementin birinden oluştuğu bir diyara varmışız. Bu diyarın doğası gereği, herhangi bir anda dört elementten ancak birinin karakterine sahip olabilen varlıklar birbirinden çekinir, birbirlerine saygıyla karışık bir sevgi beslermiş. Özü ateş olan çok olsa her yer yanar, su olan çok olsa her yer boğulur, toprak olan çok olsa her yer boz olur, hava olan çok olsa her yeri fırtınalar götürürmüş. O yüzden bu diyarda herkes hem kendi içinde, hem de birbirleri arasında dengede kalmaya uğraşır dururmuş. Bu da çok yorucu bir işmiş hani.

Günlerden bir gün, zamanlardan bir zaman, ateş halkından kudretlice bir hanım, su halkından çağıl çağıl bir erkeğe gönül vermiş. Hanımın annesi, pamuk gibi bembeyaz bir ateş olan büyükanne "Mümkün değil; söneceksin a kızım" deyip deyip, ağlamış durmuş. Etme demişler; duyulmamış, eyleme demişler; kulak verilmemiş. Bizim hanım kız, gitmiş burnunun dikine, varıvermiş su erkeğine. Herkes nefeslerini tutmuş ne olacak bu işin sonu diye beklerken, bu aşktan mini mini bir kıvılcım dünyaya gelmiş. Herkes bu işe pek şaşırmış. Nasıl olmuş da sönmemiş ateş, nasıl olmuş da azalmamış su? Ama bu sorunun cevabı başka bir masala ait imiş. Sözleri de çemberden çıkmamış henüz.

Gel zaman, git zaman kıvılcım büyüdükçe farklı özellikler sergilemeye başlamış. Geçici bir tabiatı olmuş.. Bir an havaya karışıp eserken, ertesi an su gibi sıçrar durur, azıcık zaman geçtikten sonra da, ateş gibi için için yanıp tutuşurmuş. İsim verme günü gelince ihtiyarlar toplaşmış 'Madem sudan havaya, havadan ateşe gezer durursun, senin adın 'Gezgin'  olsun' buyurmuşlar. Buyruklarıyla da Gezgin'in kaderini mühürlemişler.

Gezgin kendini dengelemeye uğraşıp dursun, diğer varlıklar doğuşundan mütevellit ondan çekinir, yakınında bile olsalar sanki uzaktan uzağa seyreyler dururlarmış. Her hareketi söz olurmuş, dilden dile aktarılır dururmuş. Gezgin zamanla anlamış ki doğası onu hem şanslı hem şanssız kılıyor; herkes hem ona öykünüyor hem de ondan korkuyor. Ne yapsa, ne etse diye düşünürken; çareyi etrafı gözlemlemekte, gördüklerine bir anlam aramaya çalışmakta bulmuş. Belki bir gün kendisi de onlar gibi olabilirmiş ya da en azından onları biraz anlasa, acaba korkularını azaltabilir miymiş?

Esasen diyarda her varlığın halkı farklı bölgelerde yaşarmış, ama Gezgin'in yaşadığı yer anne babasının da aşkına şahit olan bir yanardağmış. 'Yaşamın Kaynağı' da derlermiş adına. Söylenceye göre buradan başlamış hayat ve saçılmış diyar boyunca. Gezgin de gözlem çalışmalarına kendi yuvasından başlamış o yüzden. Madem ki kaynak burada, onu anlarsam tüm diyarı çözerim demiş. Başlangıçtaki cehaletin kibiri kadar safiyane bir durum yok... Keşke her şey o kadar kolay olsaymış.

Söz bu ya, Gezgin varoluşu anlamaya çabalasın dursun, varlığının değişkenliğini duyan onunla tanışmaya gelmiş. Önce hava halkından biriyle tanışmış Gezgin. Rüzgar güllerini üfler, değirmeni çevirir, gemilerin yelkenlerini doldururlarmış beraber dolu dizgin. Demiş ki, hayat bu olmalı, ne kadar şairane. Hep bir hava varlığı olabilirim belki de.

Gelin görün ki her varlığın bir zamanı varmış. Derlermiş ki, Diyarda her var olan günün birinde kaynağına dönmek zorundadır. Böyle ödersin varlığının borcunu. Kaynak sana karışır, sen kaynağa; yenilenir gelirsin geri diyara. Tek eksik olan hafıza; o da Yaratıcı'nın bir lütfu sana. Geçmişin kirinden arınman için... Adına Geçiş demişler bu sürecin.

Gezgin ilk geçişine şahit olmuş bir gün. Olayın gücü ve vuruculuğuyla varlığı dalgalanmış aniden tekrar. Üç başlı terazisinin dengesi oradan oraya savurmuş onu. Önce bir fırtına olmuş. Beklemiş ki havada beraber estiği arkadaşı ona katılsın, ama o başka yerlerde esiyormuş. Gelmiş gelmesine bir zaman sonra ama çok geç kalmış. Geldiğinde Gezgin çoktan okyanusun en derininden daha atıl, daha yoğun bir suymuş artık. Özü hava olan esmiş; anca küçük küçük dalgalar oluşturabilmiş suyun yüzeyinde. Esişi Gezgin'in durağanlığını canlandırmış, ama bu sefer her alevden daha parlak, her ateşten daha güçlü bir ateş çıkmış ortaya. Hava estikçe Gezgin sanki daha da büyümüş, daha da kontrol edilemez bir hal almış. Hava ne yapacağını bilemez halde, doğasına da uygun bir şekilde Diyar'ın başka bölgelerine kaçmış. Başa çıkamayacağını fark etmiş bu değişkenlikle. Gezgin havanın bu hallerini görünce demiş ki 'Salt hava olmayacağım eğer bu kadar ayran gönüllüyse'. Ama devam etmiş arayışına. Peşine düşmüş mutluluğun bıkmadan usanmadan.

Anlamış ki, su hep akıp akıp gidiyor, ateş de ya için için ya cayır cayır yanıyormuş. Gezgin ise bu sefer kendi özünü çözmeye uğraşıyormuş. O kadar çabalamış, o kadar içten içe yalvarıp yakarmış ki diğerlerini ve kendini anlamak için, yakarışlarını duyan Tanrı, günün birinde verdiği yükün ağırlığını fazla düşünmeden özlerin aslını görmeyi ihsan eylemiş ona.

İşte o zaman çok şaşırmış Gezgin: çünki görmüş ki aslında ateş, hava, su, ve toprak yok. Gölgeli, kırk aynalı ve perdeliler var ve aslında budur varlığın davranışını belirleyen. Gölgeliler, lanetli gibilermiş daha çok ve Gezgin onları gördüğünde hep içinde bir yerler acır; üzülürmüş. Bu varlıklar sürekli üstlerinde geçmişin yükünü taşır, o yük onları gölgeler dururmuş. Bazen gülmek ister ama sadece hıçkırırlarmış. Bazense ağlamak ister ama durduk yerde gülüverirlermiş. Sonra bir de perdeliler varmış: bunlar aslında maharet isteyen bir iş yapıyorlarmış. Kimsenin yapamadığı kadar iyi kendilerini saklıyor, kendileriyle ilgili göstermek istemediklerini göstermiyorlarmış.  Kapayıveriyorlarmış perdeleri hemen. Ama ne de olsa herkes bir an soluk almaya ihtiyaç duyar. En maharetliler bile... . Onları yakalamanın yolu o perdenin aralık olduğu o kısacık anı yakalamakmış. Her şeyi bilir gibi görünen ama aslında ortaya çıkmaktan korkanlar bunlarmış. Hayatlarının bir anında birileri onlara 'o bilir' demiş, sonra da bir daha her şeyi bilmediklerini itiraf edememişler meğer; o günden beri de saklanıp dururlarmış. Gezginse en çok kırk aynalılardan korkmuş. İlk kırk aynalıyı gördüğü zaman ne olduğunu bir türlü anlayamamış. Bu varlık aslında başka bedendeki kendisi mi, yoksa başkası mı, yoksa daha da garibi tek başına bir çoğulluk mu?  Ne kadar arasa da özüne ulaşamamış. O yüzden korkar olmuş ya zaten bu türden. Her açıdan başka bir yansımayla karşılaşıyormuş. Başka yüzler, başka bilinçler... Ve kim olduğuna varamıyormuş karşısındakinin.

Bütün bunların şaşkınlığıyla oradan oraya savrulmuş Gezgin, ama en azından kendi üç başlı doğasını dert etmez olmuş, ama bir türlü de bilemiyormuş kendisi bu türlerden hangisi. Gölgeli mi, perdeli mi, Allah korusun yoksa bir kırk aynalı mı??  Sonra bir gün hiç beklemediği bir şey olmuş: bir tür daha varmış meğer! Herkesin soluk almak için birbirini aşağı çekip yukarı çıkmaya çalıştığı fırtınalı bir denizde boğulurken cennet kıyısına çıkma ayrıcalığına erişmiş gibi hissetmiş kendisini. Karşısında özü sözü bir olan bir varlık duruyormuş ilk defa. Berrak demiş adına. Ne güzel bir kader... Gezgin ona baktıkça onu sever olmuş. Tutunduğu dal bellemiş onu, ama doğaları farklıymış; gitmek gerekli diye düşünmüş o yüzden. Gezgin'in özelliğine sahip olmadığı, gidiş gelişlerine aşina olmadığı tek halktanmış Berrak: bir toprak varlığı... Yürürken Diyar'ın bir parçası olduğunu hissedebiliyormuşsunuz. Sonra Berrak durmuş ve demiş ki Gezgin'e.  "Sen ki ateş, hava ve susun, hava olunca beni doldurur, su olunca besler, ateş olunca da ısıtırsın. Benim tek ihtiyacım sensin. Senin tamlayanın da benim. Gel beraber yürüyelim bu diyarı ve göstereyim sana aslında kim olduğunu". Yürümüşler, yürümüşler ve yine başladıkları noktaya gelmişler, çünki aynı bizim dünyamız gibi diyar da kendi üzerine kapanırmış. Gezgin belki kim olduğunu görememiş ama kabullenmeyi öğrenmiş kendisini. Olduğu gibi kabul etmeyi. Belki de tam bu nedenle, başlangıca yeniden vardıklarında hiç beklenmeyen bir şey olmuş-onca yolu beraber yürüyen Berrakla Gezgin birleşmeye başlamışlar. Tek varlık oluyorlarmış artık. Birbirleri içinde erirken Berrak toprağa dönmüş, derken Gezgin'in ateşi ve havasıyla cam olmuşlar, yine toprağın elementleriyle sırlanmış ve Gezgin'in suyuyla yıkanmışlar. İhtiyarlar bu diyarda hiç görülmemiş bu varlığa bakmışlar ve "Ayna" koymuşlar adını. Ve o andan itibaren kaderine yazılmış Ayna insanların; zira, bir tarafı Diyara, bir tarafı Dünya'ya bakarmış. Bu yüzden olacakla olmayacakları görüp gösterebilirmiş. Bu da Berrak ile Gezgin'in bu diyardan beraber geçişi olmuş: diğerlerine esasen kendilerinin kim olduklarını ve özlerini göstermek için... Öğretmek için... Şu işe bakın ki onda kendini ilk gören, ilk özünü öğrenen de Gezgin olmuş. İlk onun parlaklığı yansımış yeni oluşmakta olan yüzeyden ve Gezgin anlamış ki, meğer o da, tüm bu zaman boyunca hep bir Berrak olmuş aslında.

İki Berrak'ın en dürüst sözleriyle ve en içten duygularıyla örülmüş ilk sihirli aynanın büyüsü. İsteseler de doğruluğu bozulmaz...

Gökten üç elma düşmüş biri Gezgin için, biri Berrak için. Bir tanesi de bu masalı sabırla okuyup bilgisini özümseyen için. Onlar ermiş ebediyetlerine, biz çıkalım kerevetine.

C.

Hiç yorum yok: